"Tarih" sözü bilindiği gibi iki anlamlıdır. Biri, "gerçek-" veya "nesnel tarih
diye adlandırılan, geçmiş olayların zaman içindeki akışı, insanların geçmişte
yaptığı eylemler ve ortaya koyduğu ürünler, diğeri bu gerçekliğin bilinmesi,
bilgi düzleminde yeniden oluşturulması demek olan tarih bilimidir. Bu betimleyici
tanımda genel bir uzlaşım olmakla birlikte, olayların akışının, başka deyişle
tarihsel sürecin nasıl bir yapıda olduğu, tarih bilgisinin gerçekte bu sürecin
bilgisi olup olmadığı, bu bilginin nasıl oluşturulduğu, tarihin ne türden bir bilim
olduğu gibi tanımımıza ilişkin temel sorular karşısında, tarihçiler ve tarih filozoflan
ayrı ayrı tutumlar içinde olmuşlardır. Söz konusu çift anlamlılık, tarih felsefesinin
tarih bilimini, daha doğrusu tarih bilimlerini ve bunların nesneleri olan gerçek
tarihi kendisine konu yaparken de geçerliktedir. Tarih felsefesi, tarih bilimlerinin
çalışma yöntemlerini, tarihsel bilginin örgenlenişini, tarihçinin zihin durumunu
anlamaya.ve aydınlatmaya yönelirken de, tarihin ne ve kim için olduğu, onun
bir anlamının, ereğinin olup olmadığı, bugünü, ve geleceği nasıl etkilediği gibi
sorulara yanıt ararken de doğrudan doğruya gerçek tarihi göz önünde
bulundurur. Aksi halde o, yalnızca bir tarih yöntembilimi olurdu.
Tarihi insanlar yapar; ama tarih de insanları. Bunda bir çelişki yoktur.
Deyiminin ilk bölümünde gerçek tarih, ikincisinde daha çoğu tarih bilgisi ve
bilinci kastedilmiştir. Tarihin insanı biçimlemesi için, insanın tarih bilgisi ve
bilincine sahip olması gerekir. Durağan gelenekle kendiliğinden devralınan
bazı yaşam biçimleri dışında, insanın bilmediği geçmişinin üzerinde etkisi olmaz.
Öte yandan insan, tarihi gerçekleştiren olarak tarihin taşıyıcısıdır. Ama bu taşıyıcı,
tek tek insanlar değil, fakat bir toplumsal-siyasal birlik oluşturmuş olan insanlardır.
Tarihte öne çıkmış kişilerin rolünü belirtmek için "Tarihi kahramanlar yapar."
gibi abartılı bir deyime gerek yoktur. Bu arada "tarih yapmak" ile "tarih yazmak;"
deyimlerinin kimi zaman birbirine karıştırıldığı ve bunun nedeninin de tarihin
çift anlamlılığının görmezden gelindiği olduğunu belirtmek isterim. Toplumsal-
siyasal birlikler tarihi yaparlar. Tarihçiler, tarihi yazanlar da tarihi yaparlar; ama
gerçek tarihi değil, onun bilgisini. Tarihçi tarihi yapar dendiğinde, kastedilen
tarih bilimidir. Fakat biz, gerçek tarihi yalnızca tarih bilimi yoluyla bildiğimize
göre, ikisini birbirinden nasıl ayıracağız? Bilim olarak tarih, gerçek tarihle tam
bir uyum içinde olmadığı için hiçbir zaman gerçek tarihi tam olarak bilemeyiz;
ama onun varlığından da asla kuşku duyamayız. Tarih biliminin gerçek tarihi
nasıl yanşattığı, gerçek tarihin varlığına yönelik bir soru değil, fakat bu bilimin
yapısına ilişkin bir sorundur.
Her tarihçinin kendi içinde bulunduğu toplumsal-siyasal birliğin ya da
yakın çevresindeki diğer birliklerin tarihini araştırması doğaldır. Ve o bu
araştırmayı yaparken, kendi bilinç yapısı, toplumsal-kültürel etmenler gibi
nedenlerin burada rol oynayacağı açıktır. O, geçmişe şimdinin açısından, başka
ülkelere ve uygarlıklara kendininki açısından bakar. Bu durum filozof için de
geçerlidir. Ancak böyle bir tarih ve tarih felsefesi evrensel olma savından kendini
uzak tutmalıdır. Bir dünya tarihi, tarih sahnesinde öne çıkmış da olsa birkaç
ulusun tarihinden ibaret olamaz. Bir tarihin bir veya birkaç ulusun tarihinden
ibaret olamaz. Bir tarihin bir veya birkaç ulusu birleştirmesi, aynı zamanda
onları, onların dışında kalan uluslardan ayırması demektir. Bir ulusun kendisinin
dahil olmadığı bir tarihe sonradan girmesi olanaksızdır. Geçmişte var olmayan
ortaklıkların bugünden geçmişe doğru kurulmak istenmesi boş bir çabadır.
Evrensel tarih düşüncesi, geçmişten çok geleceğe ilişkin bir kavramdır.
Geçmişe ilişkin belgelerin bugün çok azının elimizde bulunuşu, bunların
birçoğunun birbiriyle çelişik oluşu, geçmişte yaşamış halkların pek çoğununu
aralarında iletişim kuramamış olmaları, insanlık tarihinin birliğinin
sağlananamasının başlıca nedenleridir. Bir evrensel tarihten söz edilebilmesi
için, herşeyden önce tüm ulusların tarihinin birliğinden söz edilebilmelidir. Bu
duruma ancak günümüzde ulaşılmıştır. Günümüzde, daha önce hiçbir zaman
bulunmamış olan teknik olanaklar, dünyayı küreselleştirmiştir. Demek ki evrensel
tarih, bugünden geleceğe doğru oluşturulabilecek bir ülkü olarak anlaşılmalıdır.
Ve böyle bir ülküde, belli bir ulus değil, fakat insanlık düşüncesi, yönlendirici
ilke olmalıdır. Kant da evrensel tarihi gerçekleştirilebilir bir ülkü olarak görüyordu.
Bu gerçekleşme, ona göre, insan ussallığının ve özgürlüğünün ortaya çıkması,
gelişip serpilmesi demekti. Özgürlüğe ve kendini bilmeye ulaşma, Hegel için
de dünya tarihinin ereğiydi. Ama Kant'ın gelecek için önerdiği bu gelişme
süreci, Hegel için tarihin baştan beri aldığı yoldu. Hegel dünya tarihini kendi
çağında bitirirken, Kant evrensel tarihi kendi çağında başlatmıştı.
Tarihin kendi başına bir töz diye görüldüğü, bu tözün bilinçle ve belli bir
planla tarih sahnesinde eylediği, ereğini gerçekleştirmek için tek tek insanları
ve insan topluluklarını araç olarak kullandığı biçimindeki düşünceler, tarih
metafiziklerinin vazgeçmediği spekülasyonlardır. Tarih felsefesini bu tarz
spekülasyonlardan uzak tutmanın yolu, tarihsel varlık alanının fenomenlere
uygun biçimde görmekten geçer. Fenomenle fenomen olmayanın ayrımı, var
olanla var olmadığı halde varmış gibi gösterilmek istenenin ayrımıdır.
Bir tarihsel olgu, tarihçinin karşısında duran bir nesne değildir. Onun
önünde, geçmiş olaylara ilişkin yazdı ve yazdı olmayan belgeler vardır. Bunlar
da çeşitli rastlantılar sonucu elde kalmıştır. Tarihçi bu belgeleri inceler,
değerlendirir, onlardan bazılarını eler, elde tuttuklarının gönderimde bulunduğu
tarihsel olayı kendi zihninde yeniden kurar, onun bir resmini yapar. "Tarihsel
süreç" de bu resimlerin yine tarihçinin zihninde ard arda getirilmesi demek
olan bir zihinsel süreç haline gelir. Tarihsel bilginin bu tarz oluşumu, tarihin ne
tür bir bilim olduğu sorusuna da bir yanıt oluşturur. Buna göre tarih, nesnesi
karşısında olan doğabil iminden ayrı tür bir bilimdir, bir yorumdur, bir inşadır.
Tarihin tarihçinin eseri olduğunu öne süren bu tarih anlayışı, daha ileriye
götürülerek, bazı tarihçilerde (Örn., R.G. Collingwood) nesnel tarihi tümüyle
gözardı etmeye dek varır.
Öte yandan Dilthey ve Windelband'in ayrı ayrı giriştikleri tarih-doğabilim
ayrımı temellendirmeleri, birbirinden ayrı sonuçlara varmış olsalar da bilimler
sınıflamasını yönteme dayandırmada birleşirler. Ancak bir yöntemin ayrı türden
varlık alanlarında kullanılabilmesi gerçeği, yöntemsel ayrımın bilim sınıflaması
için bir ölçüt olarak görülmesini olanaksız kılar.
Tarihi doğabilimle karşılaştırarak, onu temellendirme denemelerinden biri
de pozitivizmdedir. Ama burada bu iki bilimin ayrılığı değil, tersine birliği öne
sürülür. Tarihsel süreç, pozitivistlere göre doğal süreçle aynı türdendir. Dolayısıyla
her ikisinin bilgisi arasında da bir ayrım bulunmayacaktır. Pozitivizme karşıt bir
kutupta olmakla birlikte Marx için de tarih, doğabilimden özce ayrı değildi. O,
tarihsel olayların doğal nedenleri olduğu ilkesini benimsemekle tarihi
doğabilirnin egemenliğine bağlı kılıyordu.
Tarihsel varlıkla fizik varlığı özdeşleştiren veya gerçek tarihi yok sayan ya
da tarih ile doğabilimi yapay bir biçimde ayırmayı deneyen bu ve benzeri
görüşlerden kendini uzak tutan bir tarih felsefesi, hangi zeminde bulunur? Tarihin
nesnesinin tarihçinin karşısında bulunmaması, onun var olmuş olduğu ve bu
nesne alanının bir tür varlık tarzına sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz
ve bu varlık alanının nasıl bir yapıda olduğunun araştırılmasına engel oluşturmaz.
Gerçekte tarihçinin tarihsel varlığı gözardı etmesi, onun adına bir eksiklik
sayılmayabilir. Çünkü bu, onun işi değildir. Eksiklik, onun bu alanı yadsıması
halinde söz konusu olur. Bu alanın bir araştırması ise artık tarih bilimi değil,
fakat bir felsefe, bir varlık bilim adını alır.
Bir varlık alanından söz etmek için, o alana ilişkin veya o alanı oluşturan
nesnelerin bir bilen öznenin karşısında hazır bulunması gerekmez. Aksi halde
yalnız fiziksel varlık alanı ile yetinilecek, tüm varlık fiziksel varlığa indirgenecekti.
Böyle bir anlayış, tek yanlı bir materyalizm veya natüralizm olurdu. Oysa herhangi
bir izmin indirgemeciliğinden ve tek yanlılığından uzak, "varolanı varolan olarak"
araştırmak, her varlık alanını kendine özgü yapısını ve bütünlüğünü gözönünde
bulundurarak ele almak, varlık bilimin ödevidir. Bu alan, tarih varlıkbilimi için
tarihsel varlık alanıdır. Böylece, tarihçi için bilinmeden kalan gerçek tarihin
kendisi, filozof için bilgi nesnesi olur; tarihin tarih olarak varlığı ele alınır. Şimdi
artık tarihsel olgulardan değil, tarihsel fenomenlerden söz edilecektir. "Fenomen",
olmakta olanla sınırlı değildir. Dolayısıyla tarihsel fenomenlerin araştırılması
için onların şimdi ve burada olması gerekmez. Böylece karşıda olmayan tarihsel
olguya ne karşıdaymış gibi doğa bilimlerinden ödünç alınan bir terimle "olgu"
denilecek ne de o karşıda durmadığı için varlığı yadsınarak yalnızca bir kurgu,
bir resim olarak görülecek.
Tarihsel varlık alanı, geçmişte, zaman süreci içinde, toplümsal-siyasal
birlikler olarak yaşamış olan insanları ve onların ortaya koyduğu maddesel ve
tinsel tüm ürünleri kapsar. Bu alanda ortaya çıkan fenomenleri ve bunları
belirleyen "zaman-uzam", "oluş", "değişme", "gelişme", "karşılıklı etki" gibi
kategorileri araştıran tarih varlıkbilimi, tarihi ve tarih bilimini aydınlatma ve bu
aydınlatma yoluyla tarih bilimini temellendirme çabası içinde olur.
Ne var ki, tarihsel varlık alanını varlıkbilimin bir araştırma alanı olarak ilk
gören filozof Nicolai Hartmann olmuş olmasına karşın, ne o ne de ondan
sonrakiler böyle bir varlıkkbilimin temellendirmiş değildir. Ama bu durum, bu
tarz bir tarih felsefesini beklemeye engel oluşturmaz. Tarihi anlama bakımından
Dilthey'le başlıyan yorumbilgisel tutum, Husserl fenomenolojisinin günümüzdeki
kavranışı, Hartmann'ın tarih varlıkbilimi düşüncesi, esasen aynı felsefi zeminde
bulunur. Belki de bir "yorumbilgisel-fenomenolojik tarih varlıkbilimi", bu ortak
felsefi zemin üzerinde yükselebilir. Böyle bir tarih felsefesi, bir yöntembilim
olma nedişesiyle, tarih biliminin yöntemsel sorunlarına da el atmaktan
kaçınmayacaktır.
Tarihçi, tarihsel olayın nedenini veya nedenlerini araştırır; amacı olayı
anlamak ve açıklamaktır. Olayın açıklanması, onun başka olay veya olaylarla
ilişkilendirilmesini gerektirir. Ne türden olursa olsun bir tarihsel olayın kendinden
sonra gelen bir diğerinin nedeni olduğunu, ikisi arasında bir neden-sonuç bağı
bulunduğunu söylemek için, onları tarihsel süreçten yalıtıp kendi başlarına ele
almak gerekir. Ayrıca fiziksel bir deney, istenildiğince yinelendiği için, burada
sonuçtan nedene varılabiliyor. Bu iki durum da tarih için olanaksızdır. Öyleyse
tarihte nedensellik ilkesinin geçerliliğinden söz edilemez. Ne var ki tarihte yasalar
olduğunu söylemekle, bir nedenselci ve belirlenimci yaklaşım ortaya koyulmuş
olur. Bu yaklaşım, "tarih yasalarından geleceğe ilişkin öndeyilerde bulunma
hakkına da sahip olduğuna inanır. Popper'in "tarihselcilik" dediği ve eleştirdiği
bu tutumun doğa, tarih ve bilim anlayışındaki sakatlıkları dile getirmek için
burada yer yoktur. Ama bu söylenenler, tarihsel olayların herbirinin tek başına
durduğu, birbirlerini etkilemediği, dolayısıyla onların yahnzca tek tek
betimlenmesiyle yetinilmesi gerekeceği demek değildir. Sorun bu etkilemenin
tarzına ilişkindir. Tarihteki bu etki biçimi, fizikteki neden-etki tarzından farklı
olarak ele alınmalıdır. Burada tarihçi, en çoğu sınırlı genellemelerle yetinir. Böyle
bir genelleme, bir olayın birçok nedeni arasında bir ortaklık kurulması olarak
anlaşılır. Aynca tarihsel olayın nedeninin araştırılmasındaki güçlük, yalnızca onun
karşımızda olmadığı ve yinelenemediğinden ibaret de değildir. Olayın karşımızda
olmadığı ve yinelenemediğinden ibaret de değildir. Olayın kendisinin karmaşık,
çok boyutlu olması, birçok etmenin onda rol oynamış olması gibi nedenler de
araştırmayı güçleştirir. Bununla fizik olayların basit olduğunu söylüyor değilim.
Ama onları bilmek amacıyla basitleştirmek olanaklıdır.
Tarihteki olayları bugün artık değiştiremiyeceğimizi bildiğimiz için, onların
öyle olmuş olmasını "kaçınılmaz" diye nitelemeye hakkımız yoktur. Bunun yerine
"büyük ölçüde olasıydı" demek doğrudur. Aksi halde, tarihte zorunluluk ilkesinin
egemen olduğu söylenmiş olur ve bir tür "kör yazgı" anlayışına varılır. Öte
yandan, bir tarihsel olay için "o öyle olmasaydı, ne olurdu" diye sormanın da
hiçbir anlamı yoktur. Tarihsel bir olayın başka türlü de olabileceğini söylemek,
bizim olasılıkları düşünmeye alışık usumuzun bir yanlış kullanımıdır. Tarihte
"olsaydı" diyerek yapılan kurgular, bazılarının (Örn., M. Weber) sandığı gibi,
olanı anlamak için yapılmış olsalar bile, bu amaca da hizmet etmezler. Bir olay
yerine varsayımsal bir olayı koyduğumuzda, bu yeni durumda ortaya çıkacak
seçeneklerden hangisini yeğliyeceğimiz ve ikinci, üçüncü hamlelerde bu kez
düşünmemiz gerekecek daha bir sürü seçenek karşısında nasıl davranacağımız
konusunda ne elbette gerçek ne de mantıksal hiçbir dayanağımız bulunmaz.
Tarih satranç oyunu değildir. Aynı şekilde tarihsel olay için "böyle olmalıydı"
demenin de bir anlamı yoktur. Tarihi olmuş olanlar oluşturur, "olmayan" veya
"olması gerekenler" değil.
Tarihsel olaylar arasında bir nedensellik bağı kurarak, "demek ki böyle
olursa böyle olur" diye düşünüp, buradan geleceğe ilişkin öndeyilerde
bulunmanın da hiçbir temeli yoktur. Bunun yerine tarihten ders çıkarmak, tarihsel
olaylar arasındaki ilişki tarzına uygun olandır. Ders çıkarmak, bugünü geçmişin
ışığında anlamak demektir. Ve bu anlama, bir önceden görme olarak, olayların
akışına müdahale etme olanağını sağlar. Bu "ders", daha çoğu ibret dersidir.
Tarihsel olayların bugün için örnek oluşturmasını istemenin pek bir yaran yoktur.
Sanırım bu durum, gelişme ile ilgilidir. Geçmişin örnek alınması, bugünün
koşullarının geçmişinkilerle benzer olduğu, arada kayda değer bir gelişmeden
söz edilemiyeceği anlamına gelir. Oysa ibret dersi için aynı şey söylenemez.
Çünkü ne denli gelişmişlik düzeyinde olsa da insan için hata olasılığı her zaman
vardır.
Tarihçi ve filozofu ilgilendiren bir temel soru da burada ortaya çıkar:
Tarihte, tarihin akışında bir gelişme, ilerleme var mıdır? Bu soruya olumsuz
yanıt verenler, daha doğrusu olumlu yanıt verenleri eleştirenler, genellikle konuya
etnik ve estetik açıdan yaklaşırlar. Hiçkimse bilimsel-teknik, ekonomik vb.
gelişmeleri görmezden gelmiyor. Doğrusu sanat bakımından bir gelişmeden
söz etmek zordur. Çünkü örneğin Fidias'ın heykelleriyle Rodin'inkileri
karşılaştırıp, sonuncuların daha gelişmiş, daha güzel olduğu veya Rodin'in
Fidias'tan daha büyük sanatçı olduğu söylenemez. Ancak bu durum, ahlâk
alanında bu denli kesin yargıda bulunacak biçimde açık değildir. Örneğin Cl.
Levi-Strauss, "yabanıl insan" ile "uygar insanı" karşılaştırırken, sonuncunun
birinciye göre daha ahlâklı olduğunun söylenemiyeceğini belirterek, bir ahlâkça
gelişmeden hangi ölçüye göre söz edileceğini eleştirici bir tarzda sorar. Bunu
anlamak olanaklıdır. Yine de bu haklı itiraz bile tek tek insanlar göz önünde
tutularak yapılmıştır. Fakat tarihsel süreçteki ilerleme, insan soyunun ilerlemesi
olarak anlaşılmalıdır. Ancak tarihsel süreçteki gelişimin, kendiliğinden ya da
kaçınılmaz olarak oluştuğunu söylemek, tarihin insandan bağımsız bir töz olduğu
anlamına gelir. Oysa tarihsel süreci gerçekleştiren insan toplumları olduğuna
göre, burada gelişen insan yetenekleri, gelişme de insanın kendini açmasıdır;
tıpkı Kant'ın tarihi özgürlük ide'sinin gittikçe açıldığı bir süreç olarak görmesinde
olduğu gibi. Bu bakımdan tarih biliminin insan doğasının bilimi olduğu, tarihi
bilmenin insanı bilmek anlamına geldiği biçimindeki düşünce, haklı bir temele
dayanır. însanın kendisini, doğasını tanımasının bir yolu olarak tarih, tarihin ne
için olduğu sorusunun da bir yanıtıdır.
Tarihsel fenomenleri belirleyen bir ilke veya kategori olarak gelişme,
gerçekte değer ifade eden bir kavramdır. Ama o, olaylar ile değerlerin karşılıklı
etkileşmesinden meydana gelir. Tarihçi değeri olgularda bulup, ortaya koyar;
olguları değerlerden çıkarmaz. Demek ki gelişme veya ilerleme bir varlık
karakterindedir. Etnik olanı doğrudan doğruya içinde bulunduran insan
eylemlerinin bir alanı olarak tarihsel varlığın bilgisinin değer ifadesi içereceği
kendiliğinden anlaşılırdır.
Edinilmiş deneyimlerin sonraki kuşaklara aktarılması, tarihteki ilerlemenin
açık bir kanıtıdır. Bu aktarma iki tarzda olur. Birine yukarıda değinilmişti:
:
Tarihsel olayların bugün için örnek oluşturmasını istemenin pek bir yaran yoktur.
Sanırım bu durum, gelişme ile ilgilidir. Geçmişin örnek alınması, bugünün
koşullarının geçmişinkilerle benzer olduğu, arada kayda değer bir gelişmeden
söz edilemiyeceği anlamına gelir. Oysa ibret dersi için aynı şey söylenemez.
Çünkü ne denli gelişmişlik düzeyinde olsa da insan için hata olasılığı her zaman
vardır.
Tarihçi ve filozofu ilgilendiren bir temel soru da burada ortaya çıkar:
Tarihte, tarihin akışında bir gelişme, ilerleme var mıdır? Bu soruya olumsuz
yanıt verenler, daha doğrusu olumlu yanıt verenleri eleştirenler, genellikle konuya
etnik ve estetik açıdan yaklaşırlar. Hiçkimse bilimsel-teknik, ekonomik vb.
gelişmeleri görmezden gelmiyor. Doğrusu sanat bakımından bir gelişmeden
söz etmek zordur. Çünkü örneğin Fidias'ın heykelleriyle Rodin'inkileri
karşılaştırıp, sonuncuların daha gelişmiş, daha güzel olduğu veya Rodin'in
Fidias'tan daha büyük sanatçı olduğu söylenemez. Ancak bu durum, ahlâk
alanında bu denli kesin yargıda bulunacak biçimde açık değildir. Örneğin Cl.
Levi-Strauss, "yabanıl insan" ile "uygar insanı" karşılaştırırken, sonuncunun
birinciye göre daha ahlâklı olduğunun söylenemiyeceğini belirterek, bir ahlâkça
gelişmeden hangi ölçüye göre söz edileceğini eleştirici bir tarzda sorar. Bunu
anlamak olanaklıdır. Yine de bu haklı itiraz bile tek tek insanlar göz önünde
tutularak yapılmıştır. Fakat tarihsel süreçteki ilerleme, insan soyunun ilerlemesi
olarak anlaşılmalıdır. Ancak tarihsel süreçteki gelişimin, kendiliğinden ya da
kaçınılmaz olarak oluştuğunu söylemek, tarihin insandan bağımsız bir töz olduğu
anlamına gelir. Oysa tarihsel süreci gerçekleştiren insan toplumları olduğuna
göre, burada gelişen insan yetenekleri, gelişme de insanın kendini açmasıdır;
Birikimlerin gelenekle kendiliğinden devri. Bu durumda hemen hiçbir ilerleme
yoktur. Aynı şeyler, binlerce yıl ancak çok az değişmelere uğrayarak
korunagelirler. Böyle durağan gelenekleri olan toplumlar, ne denli uzun bir
geçmişe sahip olsalar da, kendi geçmişlerini araştırmadıkları, bilgi konusu
yapmadıkları için onların bir tarihleri yoktur. Bu anlamda Hegel, üç bin yıllık
Hindistan'ın tarihi olmadığını söylemişti. İnsanın geçmiş bilincine, dolayısıyla
tarih düşüncesine sahip olabilmesi için, her şeyden önce, "geçmiş", "şimdi",
"gelecek" boyutlarından oluşan bir zaman kavramı olması gerekir. Yalnızca
şimdide yaşayanın ne bir belleği olduğu için geçmişi, ne de beklentileri olduğu
için gelecek tasarımlan vardır. Deneyimlerin devralınmasının ikinci ve olumlu
yolu, onların araştırılarak öğrenilmesi ve şimdinin bakış açısına göre ayıklanarak
benimsenmesidir. Böylece geçmişin şimdi içinde sürmesi sağlanmış olur. Geçmiş,
şimdi içinde yeni bir tarzda yinelenir. "Tarih devam ediyor" sözünün anlamı
budur.
Bu tarz bir yineleme, yinelemeyi gelenekle bir tutan Heidegger'i
anımsatabilir. Fakat o, "varoluşun hiçbir tarihe ihtiyacı yoktur" demekle, bizim
kendisiyle kuracağımız bağları koparır. Heidegger, gelenek, kendini sonraya
bırakma, yineleme ve bunun geleceğe kök salması düşünceleriyle, âdeta
ebedileşmiş bir şimdi anlayışına varır. Geçmişin şimdileştirilmesiyle yetinilmeyip,
sanki gelecek de şimdileştirilmiştir.
Tarihin devam edeceği inancı, sözü edilen zaman anlayışının gelecek
boyutuyla ilgilidir. Bu nedenledir ki insan şimdinin birikimlerine yenilerini katar
ve onları sonraki kuşaklara bırakır. İnsan tekinin kendi gelip geçiciliğine karşı
yapacak hiçbir şeyi yoktur. Onun ölümün önünden kurtardığı biricik şey, geriye
bıraktıkları olacaktır. Bunun için o, kendinden sonrakilerin geleceğine ve
bıraktıklarının yerde kalmıyacağına inanmış olmalıdır. Bu tarz bir zaman süreci
içinde görülen tarihte ilerlemenin olmadığını söylemek olası değildir. Fakat
ilerlemeden tarihte kesintisiz süre giden bir çizgiyi kastetmiyoruz. Zaman zaman
görülen duraksamalar, çöküşler, bazı uygarlıkların ortadan kalkması, ilerleme
çizgisinin kırılmalara uğradığını gösterir. Ama tarihe uzaktan ve bütün olarak
bakıldığında kesintiler görünmez olur, ilerleme genelde sürekliliğini korur.
İlerlemeye ilişkin olarak ortaya çıkan bir soru şudur: İlerleme ve gelişmenin
bir ereği var mıdır? Bununla aynı zamanda tarihin bir ereği olup olmadığı sorulur.
Tarihin ereği olmalıdır, onun gidişi rastgele bir gidiş değildir. Tarihin ereği
olduğuna inanmak, ereğin olayların akışında kendiliğinden bulunduğu anlamına
gelmemelidir. Bu ereği tarihe onu yapan insanlar, bu yapıp etmeleriyle koyarlar.
Ne tarihin kendi başına bir ereği vardır, ne de o bir kör doğuşudur denebilir.
Tarihe insan üstü bir gücün yön verdiği, tarihin akışının bu gücün niyet ve
amacının gerçekleşme yolu olduğu biçimindeki düşüncelerle, teolojik ve
metafizik tarih anlayışlarında sık sık karşılaşılır. Hegel'in tarih metafiziği buna
tipik bir örnektir. Fenomenlerden uzak, tarihsel varlık alanının dışına çıkan bu
tarz savlar, feonmenleri araştıran bir anlayışın ilgisi dışında kalır.
Tarihin anlamı olup olmadığı sorusu, erek kavramı çerçevesinde gündeme
gelir. Bir bakımdan her ikisi bir tutulur. Tarihin ereği varsa, o anlamlı bir şeydir,
dolayısıyla anlamı vardır. Ama nasıl ki, ereği tarihi yapan insanlar ona koyuyorsa,
bu, anlam için de geçerlidir. Ancak tarihin anlamı derken bundan daha fazlası
kastedilir. Geçmişin bugün için ne anlama geldiğini sorduğumuzda, geçmiş
bugüne hizmet etmiş olur. însan olaylara anlam vermekten vazgeçtiğinde, onun
valnız geçmişi değil bugünü de anlamsızlaşır. Tarihin anlamı nedir? sorusunun
tek bir yanıtı olmadığı, ama herbir yanıtın yaşamın hizmetinde olmada birleşeceği
açıktır. Burada, Nietzsche'nin tarihin yaşama düşman ve yaşam için tehlikeli
olmaktan çıkarılıp, yaşamın hizmetine sokulması gerektiği biçimindeki düşüncesi
anımsanmalıdır. Geçmişiyle ilgisi yalnızca gelenekle devraldıklarıyla sınırlı
durağan toplumlarda tarihin olmayışı nasıl bir olumsuzluğu gösteriyordu ise,
bunun tam tersine olan tarihe aşırı sahip çıkmayı Nietzsche, yaşama düşman
bir durum olarak niteler. Buradan tarih karşısında alınacak eleştirel bir tutumun
gerekliliği ortaya çıkar.
O halde şu sorulmalıdır: Tarih nasıl eleştirilecektir? Bunun için hazır reçeteler
yoktur. Her tarihçi, kendi eleştiri yöntemlerini kendisi işbaşında ortaya koyar.
Biz yalnızca ilkeler üzerinde duruyoruz.
Tarihçi tarihini yazarken, elindeki belgeleri ayıklar, değerlendirir, yani
eleştirirken, dayanacağı temel ilke, insanlık ide'si olmalıdır. "Doğuruluk",
"nesnellik" demiyorum. Çünkü bunların tarih için anlamı o denli tartışmalıdır
ki, onları kullanmamak daha iyidir.
Tarih, yalnız bir grup insanın bugününe değil, insanlığın gelecekteki
birliğine de hizmet etmek istiyorsa, onun daha şimdiden böyle bir ideali göz
önünde bulundurması gerekir. Bütün insanlar için geçerli olan değerler, nerede
bulunmuş olurlarsa olsun, herkesçe benimsenebilirler.
Evrensel değerlerin öne çıkarıldığı bir tarih, böyle bir benimsenme şansına
sahiptir. Fakat eldeki tarihlerin hiçbirinin bu durumda olduğu söylenemez.
Kuşkusuz tarih yalnız kitaplarda kalmıyor, insanın eğitiminde, kimlik kazanımında
önemli rol oynuyor. Bu nedenle, eğer insan kendisini insanlık ide'sinin
gerçekleşme yolunda görmek istiyorsa, bütün tarihlerin yeniden yazılması gerekir.
Ama bu, bugünden yarına olacak bir şey değildir. Bunun bir süreç içinde insanlık
adına beklenebilir olduğunu söylemek istiyorum.
Kendi tarihi ile olan hesaplaşma, ülkemizde bazı kimselerin sandığı gibi
bir yargılama ve mahkûm eder. Tek bir ceza vardır: yok oluş. Tarih bunun
sayısız örnekleriyle doludur. Schiller'in dediği gibi, dünya tarihi dünya
mahkemesidir.
Düzeltilmiş, iyileştirilmiş bir tarih görüşü, öğeleri birbiriyle uyumlu olan
ve kendisine neyin gerekli olduğu, neyin olmadığı ayrımına varan, istencini
buna göre yönlendiren toplum, tarih sahnesinde ayakta kalmayı başarır. Tarihin
yaşamsal değeri buradadır:
Bir Tarih Felsefesi Üzerine Düşünceler
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder